İddianame

Bir klasör dolusu belgeyle geldi, masanın önünde durdu. Başımı kaldırdım hesaplardan, kısa bir süreliğine göz göze geldik. Klasörü masaya koydu. Hiçbir şey söylemeden, önüme aldım dosyayı ve incelemeye başladım.
Deliller, tutanaklar, dilekçeler, fotoğraflar, güçlü bir iddianame için gerekenden çok daha fazla belge vardı klasörde. Hiçbir şey söylemeden beni izliyordu. Bir uğultu geldi dışarıdan, üstünde durmadım. Kalktım, çay koydum, içmedi. Ben de içmedim. Hem tarihe göre sıralanmış, hem de türe göre sınıflandırılmıştı belgeler. Tek tek hepsine bakmaya kalksam günlerimi alırdı. Ne bu kadar zamanımız vardı, ne de benim sabrım böyle bir işe girişmeye.
 
Gözüm yarım bıraktığım hesaplara kaydı. Yorulmuş olmalıyım, o kağıtları demin klasörden çıkarmamış mıydım? Ve ama, daha o elinde klasörle gelmeden önce yapmıyor muydum bu hesapları? Ortalığı karıştırmamak için elimdeki fotoğrafları zarflarına yerleştirdim ve demin gözüme takılan o sayfayı tekrar buldum. Evet, tam da az önce bıraktığım yerde kalmıştı hesaplar. Ve evet, tasnif numarası vardı sayfanın köşesinde. Bir uğultu geldi dışarıdan, ama şaşkına dönüştüm, oyun içinde oyun mu yazıyordum? Demin yarım bıraktığım hesabın kendisini aramaya başladım kağıtların altında, ve nitekim buldum da. Aynı kağıdın iki kopyası, sadece birinin üstünde tasnif numaraları vardı. Dikkatlice baktım, delil dosyasından çıkan kağıt da ıslak mürekkeple yazılmıştı, fotokopi değildi yani. Deliriyorum sandım önce, ürkerek gözlerimi kaldırdım, o da bana bakıyordu hâlâ. Sanki ince bir gülümseme geçti yüzünden ama uyduruyor olabilirim.

Ellerim titreyerek dolma kalemi elime aldım, hesabıma ufak adımlarla devam etmeye başladım. Göz ucuyla da onun hareketlerini takip ediyordum, gerçi pek bir şey yaptığı yoktu. Elli altı ayrı durumda yapılacak hesaplarımın dördüncüsünü tamamlayıp temize çektim, başımı kaldırdım. Bu sefer eminim, gülümsüyordu alaycı bir biçimde. Saatime baktım, on beş dakika geçmişti. Şimdi tekrar getirdiği dosyaya bakacaktım ki deminki sayfa geçti elime. Korktuğum başıma geldi. Daha beş saniye önce tamamladığım hesaplar, tasnif kaşeli delil sayfasında da aynen belirivermişlerdi.
Ne metafizikle işim olur, ne de fantastik öyküler yazmakla. Kalktım, lavaboya gittim (tuvalete değil), yüzümü yıkadım, odama döndüm, sandalyeme oturdum. Bu süre boyunca beni öylece, oturduğu yerde beklemişti. Ne şimdi bu, psikolojik gerilim filmine senaryo mu yazılıyordu? Keyfim kaçtı. Gözlerimi onun gözlerinin içine diktim, cesaretimi topladım, ve ona hiçbir şey soramadım. Ağzım açılmıyordu, açılsa sesim çıkmıyordu. Hah, bu güzel, diye düşündüm, çünkü böyle şeyler olsa olsa rüyalarda olur, bu da her şeyi açıklardı. Elimle kolumla işaretler yapmaya, ondan bu olan biten saçmalığın hesabını sormaya çalıştım.

Gülümsemesi karardı, yüzü ciddileşti. Konuşmaya başladı, bu kötüye işaretti. Bu olan biten saçmalığın hesabını değil bu olan biten hesabın saçmalığını sordu. Sesinde bir gerginlik sezdim, ama yanıt veremediğim için onu sakinleştiremedim. Klasörden fotoğraflar, raporlar çıkarıp önüme koyuyor, bir yandan da hesaplarımın hesabını soruyordu. Konuştukça alevlendi, sesini yükseltmeye başladı. Allak bullak olmuştum, zihnim bu gerçeküstü durumu anlamlandıramıyordu, bu yüzden de onun söylediklerini tam takip edemedim.

Gösterdiği raporlarda grafikler vardı, sıcaklık, buzullar ve deniz seviyeleriyle ilgili geçmişten bugüne ve bugünden geleceğe çizilmiş grafikler. Gösterdiği fotoğraflarda seller, evinden olmuş insanlar vardı. Gösterdiği tutanaklarda ise simplektomorfizma grubunun homotopi Lie cebirindeki Samelson çarpımları vardı. Diğer detayları hatırlamıyorum.

Öfkesini kustuktan sonra bir anda tekrar sakinleşiverdiğini hatırlıyorum sadece. Bağırıp çağırıyor, kağıtları masadan alıyor geri masaya çarpıyordu, sonra birdenbire durdu, gayet yumuşak bir tonla, "Ne yapıyorsun?" dedi. Yanıt vermemi beklemeden usulca getirdiği belgeleri topladı, klasörü koltuğunun altına koydu, çayından iki yudum aldı, arkasını döndü, çıktı gitti.

Dışarıdan bir uğultu geliyordu yine.